Yola koyulduklarında radyoda bir müzik çalıyordu. Tınısı kulaklarından ensesine, oradan da parmak uçlarına kadar tüm sinir sistemine yayılan titreşimlerle hissettiriyordu kendini. Damarlarında akan kan, ritme uymuş gibi bir çekiliyor, bir duruyor, sonra yeniden akıyordu. Ercüment gözlerini kapatıp kendini bu hissin içine bıraktı.

“Bunu nasıl tahmin edemedim,” dedi iç sesiyle.

"Her saniyem, her dakikam sıradandı. Ailemden ayrılalı... yirmi üç yıl mı oldu? Belki yirmi dört. Ama idare ediyordum. Her şey olması gerektiği gibiydi, ayaklarımın üstündeydim. Yaşadığımı hissettiğimden emin olmasam da, oradaydım. Yaşıyordum. Yemin edebilirdim buna. Ama kanıtlayamazdım. Herkesin bilip sakladığı o şekilde yaşıyordum ben de. Acı çekerek. Her anıma sayfalarca küfür yazabilirdim ama… belki yaşamak da buydu. Elinde bir kalem tutup, lanetini satırlara kusabilmekti. Acıyı hissedip, daha güzelini hayal edebilmekti. Benden alınan her şey ve ulaşmak için çabaladığım her şey... artık hepsinden o kadar uzağım ki.”

Kafasını camdan dışarı çevirdi. Karşısında tanımlanamayacak kadar boş bir uzay vardı. İçinde süzülen gemiler, biyolojik varlıklar… Her biri bambaşka renklerde, biçimlerde. Sonsuzluk içinde, bir oraya bir buraya savruluyorlardı. hepsi birbirinden eşsiz gözüküyordu. Ercümentin bilmediği şey kendisi de onlar kadar eşsizdi. ama bunun farkında olmadan yaşıyordu.

İnsan denilen varlığın doğasında vardı bu. Ölüm yaklaşmadan özel olduğunu bilmemeye programlanmışlardı. Yakını öldüğünde, onun ne kadar değerli olduğunu fark ederlerdi. Kendileri ölümden döndüklerinde, yaşadıklarının ne kadar eşsiz olduğunu anlarlardı.

Ercüment, bildiği kadarıyla iki defa ölmüştü. Bilmediği kaç bin evrende kaç kez daha öldüğünüyse asla öğrenemeyecekti.

“Boşluk… içimizdeki o tanımsız hissi, anlamlarla dolduramadığımız anda anlam kazanır,” diye geçirdi içinden.

Bu sırada Kreg aracın motorunu çalıştırıp bir kaç defa sıçrama yapmıştı bile.

Bindikleri aracın motoru, aynı anda birden fazla notada titreşebilen atom altı bir medeniyetin icadıydı. Bu seviyede kuantum fiziği, insanların boyut algısından çok öteydi. Evrenin çeşitli ölçüleri vardı. “İnsan ölçeği”, Güneş’in çapına göre uzaklaşıldığında “yıldızsal ölçek”, gözlemlenebilir evren kadar uzaklaşıldığında “kozmik ölçek” olarak adlandırılırdı. En küçük ölçekse, atom altının da altıydı: “Torol ölçek.” Ve bu motor, torol ölçekte yaşayan bir fizikçi tarafından icat edilmişti: Mahgulgul.

Mahgulgul motoru ilk çalıştırdığında yalnızca vücudunun belden altı kısmını başka bir boyuta ışınlamıştı. Bilim uğruna oracıkta can vermişti. Daha trajik olan, o an yanında olan yardımcısı hem motorun mucidi olduğunu iddia etti ama Mahgulgul’u öldürmekle suçlanarak ömür boyu hapse mahkûm edildi. Bu trajedi, motorun adını belirledi: Trajedyum Motoru.

Ercüment midesi bulanmış, yüzü morarmış şekilde Kreg’e döndü:

— “Gerçekten nereye gittiğimizi biliyor musun? Bu yolculuk bana hiç iyi gelmiyor.”

Kreg, umursamazca:

— “Tabii ki biliyorum. Sadece kordinatlarda ufak bir sapma var. Hemen düzeltirim. Birkaç sıçrama daha kaldı, dayan.”

Ercüment derin bir nefes aldı.

— İlk dediğinden beri tutunacak bir şey arıyorum ama şu sarkan uzaylı havaii kızdan başka hiçbir şey yok arabada!

— Hey! Ona dokunma! Rahmetli büyükannemin hediyesiydi,” dedi Kreg gülerek. Aslında bana verdikten hemen sonra öldü. Kötü anısı var ama ondan kalan son şey... onun senin ellerinde kırılmasın istemiyorum.

Tam bu anda bir sıçrama daha oldu, sert bir çarpışma sesi duyuldu. Ercüment ön camdan fırladı. Yere öyle sert çarptı ki yüzünün bir kısmı neredeyse eridi. içtiği maddelerden olucak ki canı hiç yanmamıştı. Bu da ona komik gelmişti. canın yanmayınca aslında düşmek onun için oldukça komikti, Gülmeye başladı. Dumanlar içindeki araçtan çıkan Kreg onu görünce kusmamak için kendini zor tuttu:

— Ha-siktir! O suratından akan kırmızı şey de ne lan?! Bu... içinizde nasıl duruyor?! Nasıl oluyor da bunu vücudunuzda tutabiliyorsunuz?!